Son zamanlarda en sık kullanılan kelimelerden biri de kişiselleştirme. Eğitimde kişiselleşmeye geçmeden önce tıptan bir örnek vereyim: Tıpta kişiye özel ilaç vermek mümkün ancak yapılmıyor. Çünkü ekonomik değil. Ama yapılması gereken bu. Klinik farmakoloji alanının inceleme alanlarından biri insanların bir ilaca verdikleri tepkideki bireysel farklılıklar. Canlı organizmaların toksik kimyasallara karşı tepkisi birbirinden çok farklı. O yüzden her bireyin ilacının şahsa özel içeriği, kronobiyolojik olarak ilacı alma saati, ilacın kişiye özel üretim tekniği gibi konular henüz çok uzak bir geleceğin konusu. Çünkü ekonomik olarak sürdürülebilir görülmüyor. Özetle ilaçta kişiselleştirme yapılamıyor. Benzer sorunu olan herkese aynı ilaç veriliyor.
Gelelim eğitime. Gelişen teknolojiyle kişiselleştirme arasında doğrusal bağ kuruluyor. Teknoloji geliştiği için kişiselleştirme mümkün diyorlar. Kitlesel eğitime kesin çözüm olarak Ed Tech gösteriliyor. Birincisi kişiselleştirme binlerce yıldır öğrencinin düzeyine göre, ona özel şekilde zaten yapıldı. Hepinizin bildiği icazet sistemi de buna bir örnek. Mekanik ve dijital sistemlere gelince: Kişiselleştirilmiş öğrenme” özellikle son on yılda eğitim teknolojisi alanının bir numaralı sloganı haline geldi. Ancak biliyorsunuz Ed Tech internetteki videolarla veya Zoom ile başlamadı. Öğrencilerin “kendi hızlarında ilerlemelerini” sağlayacak teknoloji fikri artık mitolojiye dönüşen Silikon Vadisi’nden de çıkmadı. Sidney Pressey’in mekanize pozitif pekiştirme sağlayıcısından Skinner’ın davranışçı zil kutusuna kadar pek çok kişiselleştirme çabası var tarihte. Örneğin Skinner’ın hecelemeyi öğreten makinesi Didak 101′ de Ed Tech ürünü. Kişiselleştirilmiş öğretim makinesi olarak ortaya konulan Skinner Kutusunu öğrenme psikolojisi derslerinden hatırlarsınız. II. Dünya Savaşı sırasında güdümlü füzelerin kullanımına yardımcı olmak için güvercinleri eğitme önerisi de meşhurdu. Bir sonuç alınamadı, kapandı. Kişiselleştirilmiş öğretim araçları “Amerikan okulları başarısız, bir şeyler yapmak gerekir” diye propaganda yapan medyanın da desteğiyle epeyce konuşuldu.
Tüm bu söylediklerim teknoloji olmasın anlamına gelmiyor kesinlikle. Teknolojiye “hayır” veya “evet” demek kolaycılığa kaçmak olur. Benim hayır dediğim şey, öğrencinin katılımını ve özerkliğini, öğretmenin şefkatini ve ilhamını desteklemek yerine, öğretimi programlamak ve davranışlarını düzenlemek için tasarlanan tüm uygulamalar. Bu uygulamaların dijital teknoloji olup olmaması önemli değil. Kâğıt, kalem teknolojisi için de aynı şeyden bahsediyorum. Yeni teknolojilerin mükemmelliği üzerinden yürütülen eğitimde değişim rüzgarlarına biraz ihtiyatlı yaklaşmakta yarar var.
Çocukluğumdan beri deterjan reklamlarında mükemmel temizlik denir. Mükemmelse yeni ürün ne getiriyor 50 yıldır? Kaymaksız doğal yoğurt, nasıl doğal oluyor? Çevreye dünya ölçeğinde zarar veren firmalar “aldığınız her ürünle bir öğrencinin eğitimine katkıda bulunuyorsunuz” gazıyla nasıl bir arınma ritüeli uyguluyorlar? Reklam firmalarının kullandığı birçok strateji eğitim etkinlikleri ve araç-gereçlerinin, ürünlerinin pazarlanmasında da kullanılıyor. Birkaç tane örnek vereyim:
Mesela konusunda uzman olan kişilerin, reklamı yapılan ürünün faydalarını ve diğer ürünlerden ayrışan noktalarını velilere, eğitimcilere anlatması; Diş hekiminin bir diş macununu övmesi gibi. Bir başka taktik, ürünü kullanan sıradan insanların reklamı yapılan ürünün kalitesi, üstün özellikleri hakkında görüşlerini belirtmesi şeklinde. Bir yazılımı kullanan öğrencinin benim için çok yararlı demesi gibi. Kimi zaman ürün tanıtımında ünlülerden de destek alınabiliyor. Alanında meşhur bir fenomen reklamı yapılan ürünü kullanan tüketicinin kendisini ünlü kişiyle özleştirmesini sağlamayı hedefler. Böylece tüketici ürünü satın almaya ikna edilir.
Eğitimin bir markete dönüşmesi eğitimin değil marketin gücüyle alakalı bir konu. Bebeklerin bile müşterileştirildiği bir dünyada yaşıyoruz. Eğitsel olanla olmayan arasındaki farkı anlamak çoğu zaman imkânsız. Bilimsel araştırmalar sağlık gibi bir konuda bile inanılmaz çelişkiler taşıyor. Bilim her zaman kurşun geçirmez yelek gibi kullanılıyor. Ancak normalin ötesinde hatalar da yapabiliyor. Örneğin sigara sağlığa yararlıdır, tereyağı zararlıdır, sakın yumurta yemeyin, margarin bitkisel olduğu için çok sağlıklı, peynir kolesterole yol açar, besin piramidine uyun diyenler bilim insanlarıydı. Erkekler kızacak ama özellikle bilim adamlarıydı.
Sağlıkta yapılan eğitim alanında da yapıldı. Moda teoriler ve kavramlar her yıl podyumlara çıkarıldı. Kişiselleştirme kavramından önce eğitimin programlaştırılması, mekanikleştirilmesi, otomatizasyonu konularının öncelikle dikkatle ele alınması gerekir. Kişiselleştirmeyi konuşmadan önce öğretim programlarının gerekliliğini konuşmakta yarar var. Oysa biz hala öğretim programının varlığını tartışmak yerine onu kısmen değiştirmekten söz ediyoruz. Mümkün olsa öğretim programları olmasa. Tüm dünyada öğretim programları donuk, geçmişe yönelik ve herkese 40 numara ayakkabı diyen bir yaklaşıma sahip. Ustalaşmış bir öğretmene -ana çerçevesi hariç- müfredat gerekmez. O duruma göre, düzeye göre, kişiye göre sınıfı okur ve o anda yönünü değiştirebilir gidişatın. İhtiyaçlara göre şekillendirir. Konuları değil çocuğu yetiştirmeye odaklanır.
Kişiselleştirme kavramının kötüye kullanılmaması için kavramın ontolojisini ve epistemolojisini oturtmakta yarar var. Bir teknenin trol ağlarıyla balık sürülerini avlamasıyla bir balıkçının oltayla balık avlaması arasındaki fark üzerinden kişiselleştirmeyi konuşabiliriz. Her ikisinde de olan balıklara oluyor. Olta sanki daha masum görünüyor. Hem de “kişiselleştirilmiş” av. Trol ağını kitlesel eğitime, oltayla avlanmayı kişiselleştirilmiş eğitime benzetmeye çalışayım. Oltayı tutan kim? Olta eğitimde neyi temsil ediyor? Ya kanca ve ucundaki solucan ne anlama geliyor? Motivasyon kavramının bununla bir ilgisi olabilir mi? Sorular bitmez ancak kişiselleştirme kavramını gerçekten düşünmekte yarar var.