Değişimin Büyüsü

Değişim kendi dünyamızın görüşünün ötesinde çok ötesinde bir şey. Değişim kavramını zaman, mekan, ideoloji, kültür bağlamlarında yeniden düşünmekte yarar var. Başkası için iyi olan değişim bizim için olmayabilir.

Söylemle eylem arasındaki farkın en yüksek olduğu kelimelerden biri de değişim olsa gerek. Öyle ki, parfümünün, içtiği meşrubatın markasını değiştiremeyen kişiler değişime açık olmak gerektiğini söylemekte beis görmüyor. Çoğu kişinin dünya görüşü, hoşlandıkları, hoşlanmadıkları asla değişmiyor. Değişim konferanslarında değişen bir şey yok. Kendi inşa ettiğimiz beynimiz esnekliğini zamanla kaybedip kendisinin değişmesine direniyor. Ne de olsa konfor güzel, statüko garanti, düzen rahatlatıcı.

Pisagor kendi adıyla ün kazanmış olan teoremi bulunca sevincinden dolayı yüz öküzü kurban etmiş. Beraber çalıştığı bir dostu “Bundan sonra yeni bir gerçek bulununca tüm öküzler korkudan titreyecek” demiş. Öküzleri korumak lazım tabii. Değişim için gerekliler.

Söylediklerimi somutlaştırabilmek için abartılı bir somut örnek vereyim. Yarın resmi bir karar alınsa: her bebeğin yürütülmesi, konuşması ve sosyalleşmesinden eğitimciler sorumlu olacak denilse. Gerekçe olarak her çocuk aynı dil, sosyal ve fiziksel gelişime sahip olamıyor; fırsat eşitliği için böyle bir karar alındı dese ne olur? Sanırım bebeklerin, dil, hareket ve psiko-sosyal gelişimleri geriler. Niçin? Çünkü hemen program yapılır. Yeni moda kavramlarla etkileşimsel modeller açıklanır. Uzmanlar ortama hâkim olur. Veliler kaynaklar, kitaplar materyaller konusunda  bir talep patlaması yaratır. Bu size imkânsız geldi değil mi? Peki, çocuk üç yaşına gelince niye mümkün hale geliyor. Ne değişiyor? Niçin araştırma sonuçları sınıf düzeyi yükseldikçe yaratıcılık ölüyor saptamasını yapıyor? Tüm dünyada çocuklar üç yaşına kadar her türlü sistemi, eşyayı, oluşu kavrıyor. Zaman, mekan, eşya, sistem, mekanizma ne varsa algılıyorlar. O kadar hızlı gelişiyorlar ki! Temel sistemi kavradıktan sonra merak edilecek yeni şeyler arıyorlar, ama bulamıyorlar. Tam bu sırada ebeveynler ve kurumlar altında-üstünde, sıcak-soğuk, uff-cıss diyerek formel eğitime başlıyorlar. İşte tam da burada kopuyor küçük kıyamet. Çünkü çocuklar için artık bildikleri şeylerin tekrarı dönemi başlıyor. Yani çocukların zekasını programların zeka seviyesine indirgiyoruz. Herkesi programda eşitlikte buluşturup adaleti zedeliyoruz. Hızlı öğrenen çocukları yavaşlatıp, yavaşları erişemeyecekleri hedeflere zorluyoruz. Sonra da buna bilim diyoruz. Peki ne yapalım?

Önerim insana insan gibi yaklaşmak. Öncelikle “İnsan nedir?” sorusunu yanıtlamak. Ne yazık ki gün geçtikçe insanın özünden uzaklaşıyoruz. Bilgisayarlar ilk çıktığında insan beyni taklit edilerek geliştirildi. Şimdilerde insan beyni sürekli programlanmış materyallerle karşı karşıya getirilerek bilgisayara benzetilmeye çalışılıyor. İnsan, canı olan varlık. Bedeni, psiko-sosyo-kültürel özellikleri, ruhsal-manevi varlığı olan bir varlık. Eğer insana sadece biyolojik, mekanik bir varlık olarak bakarsak çok ayıp sorular çıkar ortaya. Mesela “robotlar öğretmenin yerini alır mı?” Ne kadar ayıp bir soru.

İnsan kardeşlerimizi Pavlov gibi Skinner gibi görmeye devam edecek miyiz? İnsana daha derinden bakmak gerek.

Programlı eğitimi ticarileştirmeye yönelik davranışçı kuramla bağlantılı başarısız girişimler medyanın desteğiyle gereğinden fazla gündemde kaldı. Kitlesel eğitimin mekanizasyonunu amaçlayan bu tür girişimlerin insan doğasına aykırı olduğu göz ardı edildi. Davranışçı yaklaşım matematiğe öykünen bir indirgeme operatörü gibiydi. Bu yaklaşıma göre laboratuvarda korku içinde titreyen fareler yoktu; kaçma ve kaçınma tepkisi veren denekler vardı. Pavlov’un köpeği aç değildi; yiyecekten yoksun veya tüketme tepkisini henüz vermemiş bir denekti. İnsanı salt biyolojik bir varlık olarak gören, psiko-sosyo-ruhsal yönünü hiçe sayan bir anlayıştan başka bir şey beklenemezdi.

Sahi bizim insan görüşümüz ne? Bir değişim olacaksa çnce insan görüşümüzü, insandan ne anladığımızı söylemek durumunda değil miyiz? Program değiştirerek, yeni, son moda, hafifletilmiş programlar yazarak bir yere varamayacağımızı öğrenmek için nasıl bir değişim algısı gerekiyor? Program geliştirmenin teorisi, kavramları, terimleri içinde Türkiye’den çıkmış bir içerik var mı? Bu kuramların tamamı sanayi toplumunun gereksinimlerine göre düzenlenmemiş mi?

Taylor’un fabrika modeliyle Thorndike’ın bugün hala geçerli olan eğitim modeli arasında ne fark var? Taylor fabrikadaki üretim bandının hızına ulaşamayanları işten atarken bugün giriş sınav kazanamayanlara ne yapıyoruz?

Değişim kendi dünyamızın görüşünün ötesinde çok ötesinde bir şey. Değişim kavramını zaman, mekan, ideoloji, kültür bağlamlarında yeniden düşünmekte yarar var. Başkası için iyi olan değişim bizim için olmayabilir. 1990’ların başında Amerika’da bulunduğum üniversitedeki bir profesör Sosyal Psikoloji derslerinde ne okutuyorsunuz dediğinde Atkinson un kitabını dedim. O bizim sosyalimizin psikolojisi siz niye okutuyorsunuz dedi. Sadece sustum. Değişimden ziyade dönüşüme bakmak zorundayız. Kendi evrimimiz burada yatıyor. Bunun içinde Nasrettin Hocanın torunları olarak 0-1, siyah-beyaz bakış açılarından bulanık mantığa doğru yönelmeliyiz. Üç kişiye de haklı diyerek başka bir açılım sağlayan Hocamıza.

Değişime de durumsal bakmak lazım.

Hakkımızda

Ziya Hoca'nın Perspektifi

Ziya Hoca’nın paylaşımlarını;

Ziya Hoca’nın Perspektifi bölümünde bulabilirsiniz.

Bu yazıları da inceleyebilirsiniz

Bir Öğretmenden Bin Öğretmene

Menü